11 Mayıs 2020 Pazartesi

Arkeolojiyi Neden Sever Bir İnsan?

Bazen kendimi belediye kepçesinin kazdığı bir kanal çukurunun başında, asfaltın altındaki toprağa bakarken bulurum. 

Düşündüğüm şey o an ortaya, gün ışığına çıkan toprak tanelerinin, taşların kepçe kazıya başlamadan önce en son ne zaman gün ışığını gördükleri olur. Basit bir kazı, taş, toprak ve en son belki de milyon yıl önce gün ışığı gören bir şeyi görmek... Bazen saçma, bazen büyüleyici gelir bu düşünce.


Önce asfaltı görürüm kesitin en üstünde, herhalde 5-10 senelik filan... Daha sonra altındaki sert toprak, asfalt atılmadan önce arabalar ortalığı toza bulayarak bu toprağın üstünden geçiyorlardı 1960-70'lerde. Bir alt tabakada toprağın rengi biraz değişiyor. Acaba yüzyıl dönümünü görmüş müdür oradaki taşlar? Üstünde koşan çocukları, sonrasında askerleri ve yine çocukları... Altındaki katman daha koyu, herhalde tarım toprağı bu... Osmanlı Dönemi'nde bu toprağı süren çifçiden bir iz kaldı mı acaba içinde, ya da bir kaç tane yeşermeyi unutmuş tohum? Altındaki katmanın rengi yine değişiyor, açılıyor tonu. Bizans ya da daha önceki dönemleri gören katman bu olsa gerek... Kimbilir belki bir Pers askeri bastı bütün Anadolu ve Yunan Anakarası'nı fethe çıkan Kyros'un ordusundaki, ya da belki Bukefalos, Persleri tekrar doğuya süren Büyük İskender'in aşık olduğu atı... Ve daha aşağısı, Paleolitik dönemler, hatta ismini artık sadece tarihçilerin, jeologların bildiği dönemler... İşte şu en alttaki kaya... En son o zamanlarda acaba nasıl bir canlı tarafından görülmüştü ve şimdi de ben bakıyorum ona...

Neyse, kafamı kaldırıyorum, kepçe çukuru açmaya devam ediyor... Taşı toprağı atıyor kenara, boru döşenecek. 

Antik kentlerde gezerken düşüncelerim de aslında biraz buna benzer. Şimdi üstüne basıp geçtiğimiz sıralarda en son kim oturdu acaba esas işleviyle, en son alınan karar neydi, bugün üstünden bir Bizans suru geçen Bouleterion yani kent meclisinde? Mesleki koşullanmalar ve niyetler de var tabi. Yapıyı ve yapım tekniğini anlamak, ki ben buna yapı dedektifliği diyorum, kentin tarihçesinden ve yapının özelliklerinden yararlanarak yaklaşık inşa tarihini kestirmek... Bir dedektifin takip ettiği konuyu çözdüğü gibi sevinirim ipuçlarından bir sonuç çıkardığımda. 

Eski çağlarda görmenin yüzeylerden yansıyan ışık nedeniyle değil de gözden çıkan ışınlar sayesinde gerçekleştiği sanılırmış. Bugün bunun doğru olmadığını biliyoruz ancak yine de bir şeyi gören bir gözün onda bir iz bırakıp bırakmadığı bazen kafamı kurcalar. Belki fiziksel değil, fizikselin ötesinde bir iz. Pallasmaa'nın söylediklerinde de biraz bu var galiba: "Oysa hatta bakış bile, genellikle pek farkına varmadığımız bir dokunma içerir; biz kenarları, yüzeyleri ve yapı ayrıntılarını gözlerimizle okşarız". Antik yapıları oluşturan taşlara bakmak onu kullananlarla, inşa edenlerle bir şeyleri paylaşmak gibi gelir. O taşlara elimi sürdüğümde pürüzlü yüzeyleri elimi kaşındırır, tıpkı 1500 yıl öncesinde oradan geçerken öylesine elini sürenin elini kaşındırması gibi. Bir motifin ne kadar incelikli işlendiğini görmek için yakından baktığımda yüzündeki beyaz tozun içinden süzülen ter damlalarıyla o taş ustasının özendiği yere ondan sonra ilk ben bu kadar yakından bakıyorum. Hele usta kendinden bir iz bırakmışsa, bir işaret ya da bir hata...

Böyle duygularla gezerim Antik kentleri. Belki daha da derinden analiz edilmesi gereken bu duygular mutlu eder beni. Bu yüzden severim arkeolojiyi. 

Bu yazıyı yazdıktan 3 yıl sonra, Ağustos 2017'de, Cumhuriyet'in ilk yıllarında Türkiye'ye gelen İsviçreli Mimar Ernst Egli'nin anılarını yazdığı kitabında çok benzer duygularına rastladım:

"Ne zaman Antik veya Helenistik bir yapının bir parçasına elimi değdirsem, sanki sessiz bir konuşma içerisinde üzerimden canlı bir akımın geçtiğini, bir kere dünyaya gelmiş bir güzelliğin, eski dönemlerde ne kadar ihmal edilmiş, yıkılmış, bozulmuş da olsa, hiç bir zaman yok olmayacağını bana fısıldamak istediğini hissederim.
...
Bu tür yerlerde, güzelliğin ölümsüz olduğunu, karanlık dönemlerde, sadece yeni bir mutluluğun rüyasını görmek için uykuya yattığını kendime ne kadar sık tekrarladım." (Egli, 2015)

Ve son olarak bir şiir... Bir Likya şiiri olduğu söyleniyor:

Beni bulamazsan üzülme, eşyalarımı bulacaksın.
Kestiğim taşları, açtığım yolları,
İşlediğim heykelleri bulacaksın.
Ve göreceksin ki binlerce yıl öteden parmak izlerimiz değecek birbirine...






Kaynaklar:

Ernst Egli, Genç Türkiye İnşa Edilirken, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2015.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder